27 Ocak 2011 Perşembe

domates

Hepiniz, ama hepiniz, durmadan, hiç susmadan sürekli birilerinden yani aslında kendinizden bahsediyorsunuz.
Ben sizi ne hikmetse sürekli, durmadan, hiç yorulmadan dinliyorum.
Aslında farkındayım aslında kimi konuştuğunuzu, birine olan hislerinizden söz ederken aslında nasıl da kendinizden söz etmeye hasret olduğunuzu.
Anlıyorum.
Anlamam demek kınamam demek değil.
Sadece, ben de öyleyim.
Her lafımın ardında başka bir tanesi var. Aslında her biri bambaşka bir şey demek istiyor.
Anlayan anlıyor, kalan sağ falan olmadığından bön bön bakıyoruz birbirimize.
Dinliyoruz yani hesapta, anladınız.
Üstü kapalı cümlelerin altında yatan küçük hesapları görüp görüp görmezden geliyoruz hep beraber. Böylesi kolay çünkü. Bilmezden gelmek çok kolay. Daha yüzeyde yaşayabiliyorsun çünkü bu şekilde.
Hem ben üstü kapalı konuşunca “salçayı çok severim” dediğimde sen seni sevdiğimi sanabiliyorsun. Tam tersi de geçerli. Bir önceki gün bana cin toniğe bayıldığını söylemiş olablirsin. Ertesi gün ben, “cin toniği de ağzıma sürmem en son kusmuştum” dediğimde aslında sana bir şey demiyorum. Ama belki de diyorum.
Işte tam da bu yüzden, ihtimalleri, hesapları çok seven insanoğlu asla domates derken domatesi kast etmiyor.
Halbuki domatesi ne çok severim, menemensiz kahvaltı edemem, bütün kış yazın suyuna ekmek bandığım domatesleri düşünürüm, özlerim; kokusunu, çekirdeklerini bile özlerim.
Her neyse.