24 Kasım 2009 Salı

bıyıklılarla öpüşmeyin


Vallahi de ben demiyorum. Prof Dr Teoman Sırrı diyor. "İnsanlara sakallılarla öpüşmemelerini, onlara sarılmamalarını tavsiye ediyorum" diyor hatta. Ah be canım Türkiye burası be. Adamların yüzde 70'i bıyıklı zaten. Çiyan K.T. bile bıyıklı. Öpüşemediğim yetmiyormuş gibi, bıyıklıyı buldum bir de öpüşmeyeceğim? Oldu canım.

mille deja-vu

kadınlar tarafından mı bu şekilde algılanıyor yoksa gerçekten durum böyle mi bilmiyorum. kadınsınızdır bir adamla tanışırsınız. o ilk tanışmadan bellidir ki bu iki insan arasında flörtik bir durum olacak, bakışır gülüşürsünüz falan filan. hele o ilk tanışma şahanedir. sonra bir şekilde yeniden bir araya gelinir. eğer kadın kısmısı olarak bu adama kendisinden hoşlandığınızı belli ederseniz ne yazık ki erkek bunu asla atlamaz, egosu hiç atlamaz.

hayır yani, adamın egosunun tavan yapmaması için ille de vurdumduymaz, ille de cool mu olmak lazım? İki gözünün içine bakıp gülümsemeyim mi ben? Nedir yani bu kadar zor olan? Niye uğraşırız olmadığımız bir insan gibi davranmaya? Neyse bir kere laf ağzınızdan çıktı. Adama belli ettiniz. Evet, bundan sonrası nedense malum...

Adam kuyruğu yanmış it gibi kaçmaya başlar. Yahu bir dur be!! Seni Adile Naşit'in Tarık Akan'ı oturttuğu gibi zorla nikah masasına falan oturtmuyoruz. İlle beni seveceksin, pembe panjurlu evimizde 8 çocuğumuz olacak falan gibi bir imada da bulunduğumu sanmıyorum. ya benimsin ya toprağın gibi bir iyelik hırsım da yok...

Ama adam kayıptır işte. Telefonlar açılmaz, gördüğünde canım cicim şahane ama gerisi yok. öküzdür işte. bildiğin öküz. Etrafındakiler bu öküz sen bırak bunu derler, anlamazsın. Yok bir kere senin de damarına basılmıştır işte. Anlamaya çalışırsın sorunu. Hayır yani ne oluyor? Ben ne yapmış olabilirim ona? Herkes birbirinden hoşlanmak zorunda değil. Bunu anlayabilecek kadar zekam da var. Peşinden kovalayan yok, nereye kaçıyorsun ki?

Sonra bu adamlara ne oluyorsa, birdenbire, farkedersin ki, istese çok da güzel flört ediyorlar. Başka biriyle konuşabiliyorlar, sevişebiliyorlar, ertesi gün karşına bu da yeni sevgilim diye çıkartabiliyorlar. Olabiliyor demek ki. Yapabiliyorlar.

Sen de bir başka öküzün kollarına koşmaya hazır, yepyeni bir kalp kırıklığı ve deja vu ile kalakalıyorsun işte. çivi çiviyi sökerdi değil mi?

23 Kasım 2009 Pazartesi

hayatından çıkanla birlikte tek tek gidenler


Yıllar boyunca bir insanla birlikte günlerim geçti. Onun evindeki rakı sofraları, gece yarıları ağlana alana paylaştığımız çocukluk anılarımız, anneyle akşamüstü çayları, Nevizade'de biralar, Caddebostan sahilinde arabada depresyon içmeleri, en yakın arkadaşın evinde düzenlenen okey partileri, bir de Baylan Pastanesi'nde yenen kup griye'ler. Önce o hayatımdan çıktı. Bütün dağıttıklarını, bütün hüzünlerini bana bıraktı. tutundum hayata. Alıştım işte yokluğuna. Hani için sızlar ama kabul de edersin. Ama bir sürü anımız vardı işte. Bir sürü mekan vardı onu bana hatırlatan. Yıllar sonra duvarlarına, kenarına dokunabileceğim evler, arabalar. En yakın arkadaşından duydum, evlerini değiştirdiler, sonra evinde aylarımızın geçtiği arkadaşımız taşındı, sonra Caddebostan gecelerinin arabası satıldı. Düşündüm, hayat bir bir değiştiriyordu yolu. Geride gidip bakılacak yer bırakmıyordu. Bugün Baylan Pastanesi'nin satıldığını duydum. Nedense en çok canımı yakan bu oldu. Süpermarket yine mahalle bakkalını yendi işte. büyük balık küçük balığı yuttu. Bizim kup griyelerimiz, göz göze gelmelerimiz, kremşantili kahkahlarımız Baylan Pastanesi'nin anılarında kaldı. Ben ne onu, ne de kup griye'yi, ne de Kadıköy akşamüstlerini unutabildim.

22 Kasım 2009 Pazar

gece gezmesi

hepimiz geceleri dışarı çıkıyoruz, eğlenmeye çalışıyoruz, dans ediyoruz falan filan. Peki bir şey sormak istiyorum. hiç etrafınıza baktınız mı? ya da etrafınıza bakmaktan eğlendiniz mi? biz gece dışarı çıktığımızda yanımıza yöremize bakınmaktan bir bok anlamıyoruz ne dinleidğimiz müzikten ne de danstan.
dün gece iki farklı mekana gittim. biri bir amsterdam gay partisiydi, diğeri yurdum elektronik müziği eğlencesi. tanrım bu bir cinsel farklılık olamaz sadece. yani heteroseksüeller de gayler de her yerde. peki o zaman niye amsterdam partisi acayip medeni de yurdumun gece kulübü iğrenç? türk her yerde türk galiba. ilk gittiğim yerde herkes eğleniyordu ama yemin ediyorum herkes. kimse kimseye çarpmıyor, kimse kimseyi manyak gibi kesmiyordu. adamlar eğlenmeye odaklanmışlar çünkü. orada da bekar insan var, o da eminim biriyle sevişmek istiyor gecenin sonunda, kendi gibi insanlar var, tanışacak mükemmel bir ortam. ama burdan bir tane adam kaldırmam lazım diye aklından geçirerek takılmıyor orada. eğleniyor, dans ediyor...
Diğerinde omzuna çarpanlardan, kendi koreografisini sana ille de göstermek isteyen adamlardan dinlediğin müziği duyamıyorsun. Dans etmek mi? çok daha olağanüstü bir çaba. yayılmacı politikalarımız var galiba gerçekten hala. ille de başkasının toprağına saldırmak istiyoruz. he onu geçtim, gözünü kapadın, kendini müziğe kaptırdın dans ediyorsun, bir an gözünü aç sana kesin birileri manyak mı lan bu diye bakıyordur. Kısa da olsa iki mekan arasındaki fark buydu. ben bunu cinsel eğilime değil, kültürsel eğilime bağladım.
biz gece dışarıya eğlenmeye değil adam kaldırmaya çıkıyoruz. bu bu kadar basit. odak noktamız ne dans ne de müzik. bir türlü yapamadığımız seks. ne ara eğleniyoruz, eğlence yöntemimiz bu mu henüz anlamıyorum.

4 Ağustos 2009 Salı

yalnızlığa övgü

Yalnızlıktan korkan bir sürü insan vardır ya hani.. Aslında korkulması gereken şey yalnızlığa alışmak. Bir kez alıştı mı insan yalnız olmaya, sinemaya yalnız gitmeye, sokakta yalnız yürümeye, ıslık çalmaya, üzerine denediği giysiyi nasıl oldu diye sormadan almaya, yalnız uyumaya, barlarda barda oturmaya –zira masalar iki kişi, barlar tek insanlar içindir- alışır. Ne zaman alışverişe çıkarken yanında biri olsa, beğenmez, alamaz bir çöp bile, sinemada rahat edemez, öyle elini tutmayı sevmez kimsenin, yollarda sigarasının dumanını savura savura yalnız yürümeyi sever, müziğin, yemeklerin, iyi bir filmin, güzel bir serginin keyfi yalnız çıkar. Işte bu fikre alıştı mı insan, yanında kim olsa fazla gelir. Hayatına sokamaz olur hiç kimseyi. Belki yakın bir iki arkadaş. Onlar da her zaman değil.
Ben yalnızlığa alıştım. Çift kişilik hayatlar bana gore değil artık. Yatağın iki tarafında da uyumayı seviyorum ben, bir yastıktan sıkılıp ötekine geçmeyi seviyorum, kimseyle tartışmadan istediğim filmi izlemeyi, müziği hissedeceğim gibi dinlemeyi, yalnız yapılabilen dansları ve yalnız yapılabilen en keyifli eylemi, kitap okumayı seviyorum. Işte böyle. Belki dışardan mutsuz görünüyorumdur size. Ama benim hayatım böyle. Tek kişilik.

27 Haziran 2009 Cumartesi

rüzgara yaza ve aşka değğin

Rüzgar mıdır tenime değen serin akşamında sevdiğim şehrin, bir yaz akşamı? Senin soluğun gibi aslında rüzgardan ziyade kıpırtısına bakılırsa kalbimin, neden bilinmez aşık kadınlara rüzgar daha bir şiddetli eser, ya etekleri uçsun ya yanan kalbi biraz olsun serinlesin diye. Bu ara nedense sürekli kendi kendime konuşuyorum, yazmıyorum hiçbirini bir kenara, büyüsü bozulmasın diye sanırım, büyüsü bozulmasın diye düşündüğüm her şeyin büyüsü bozulmuşken bozulmayacak büyüleri hayal etmenin ne anlamı var bilemiyorum. Yaz akşamları bana en çok deli divane yaşanmış gençlik aşklarını çağrıştırır, pencereden kaçan kızlar, evin köşesinde bekleyen delikanlılar gelir gözümün önüne, sabaha yakın yakılan bir ateş gelir kumsalda...

1 Haziran 2009 Pazartesi

o yüzden ayrılıklar sevdalara dahil.

Anlatmak zor bazı şeyleri hiç yaşamamış olanlara. Biriyle yaşadıklarını bir başkasına tasvir etmek, tam o esnada ne düşündüğünü ne hissettiğini tam olarak söylyebilmek mümkün değil. İşte tam da bu yüzden ayrılıklar da sevdalara dahil oluoyr. Çünkü yaşadığımız tek kişilik hayatlarla biriyle paylaştığımız çift kişilikler denk olmuyor bir türlü. Bir başkası oluveriyoruz onunla. Bir adım ötemizde duran bile anlayamıyor ikincisini. Bu yüzden de sahip çıkmalı insane ne yaşıyorsa ona. Benim demeli, benim aşkım, benim anılarım, bana kattıkları, benim yaşadıklarım bunlar demeli. Kimse anlamasa da, bazen ikinci kişinin kendisi bile anlamasa da insan vazgeçmemeli hatırlamaktan. Kocaman dolu dolu kahkahasını, haykırırcasına ağlamasını, yastığa yorgana kağıda kaleme düşen şelaleler gibi gözyaşlarını, içtiği sigaralardan oluşabilecek ekvator çizgisini ve içtiği içkilerden oluşacak Hint Okyanusu kadar hacmi. Onların hepsini ben yaptım, seninle yaptım, sensizliğim için yaptım diyebilmeli. Aşkına sahip çıkmak kendine, kendi anılarına sahip çıkmak çünkü. Bu evrende hiçbir şey bizim olmasa da, aşkımız bizim çünkü. Çünkü ayrılanlar hala sevgili, evrenin bir yerinde. Çünkü insan hayatı boyunca yumruk kadar kalbinde bedeninden büyük acılar ve sevgiler taşıyor. Bilerek ve isteyerek unutmuyor insan. Onu yaşatan, insan kılan tüm bunları. İşte o yüzden sevgi başka aşk başka şey olmuş. O yüzden her dilde ayrılmış birini sevmekle ona aşık olmak. O yüzden hayat güzelmiş. O yüzden ruhlar ve ruhlardan arta kalanlar, anılarımız ölümsüz. Biz ölümsüzüz.

30 Mart 2009 Pazartesi

Maximiles reklaminin hissettirdikleri

O kadar sıkılıyorum ki. Hele o reklamı izledim. Bir gün bir reklam izledim hayatım değişti olacak diye seviniyorum, reklamı kaç kez izledim bilmiyorum ama her izlediğimde kendime daha bir acıyorum desem yeri.

Gerçekten hayatim her gün aynı. Kimbilir belki de doğduğumdan beri. Bir rutinin içinde kaybolup gidiyoruz, kaçmak zor geliyor, içinde tıkılıp kaldığımız bağlardan kurtulmak korkutuyor bizi. Tavuklarin kümesleri gibi, dışarıdaki hayattan çekiniyoruz. Evimiz daha güvenli.

Peki kaçıp gitme gibi bir şansım olsa ne yapardim? Başka bir rutinin icine mi girerdim? Kalkip İtalya'ya okumaya gitsem mesela? Bu çarkın içinden çıksam. Orasi da baska bir çark mi olur? Zaten ne okurum ki? Bir sey yazmaktan, okumaktan baska ne yaptim ki hayatta? Ne yaparim? Nasil yasarim?

Hayatimiza yon vermek, mudahale etmek ne kadar elimizde ki? Bu cark dondukce orumcek agiyla baglaniyor gibiyiz. Hep bir sey olsa, birisi gelse, kocaman bir bicakla o aglari kesse, ya da baglar kopsa diye bekleyerek donmeye devam ederken aglarin da giderek buyudugunun farkinda miyiz ki?

Kocaman, kocaman aglar, baglar, insanlar, isler, okullar, egitimler, paralar, bizi oldugumuz yere civileyen her sey. Bunlardan kurtulmak mumkun mu? Hadi eyvallah ben gidiyorum demek kolay mi?

Bu istek, bu sözcuk obegi, icimizde patlamak uzere olan bir bombaysa, bunu etkisizlestirmek de istemiyorsak, ne yapacagiz?

Her gun, her saat gitmek isteyen bir insani yasadigi kentle ne baglar ki? Neden gidemez bir turlu? Hangi engeldir? Bambaska memleketlerde yalniz kalirim mi? Aile, arkadas, her gun gittigin bar, hepsinden uzak kalmaktan korkmak yalnizliktan korkmak degil mi? Nasil para kazanirim diye gidememek, luks yasamaya ve birilerinin parasiyla yasamaya alismak degil de nedir ki?

Bunlarin her birini gorurken, yine de gidemiyorsa insan? Ve cok istiyorsa. Ne yapmalidir ki?

23 Mart 2009 Pazartesi

metrobüs macerası

Evet bir metrobüs macerası anlatmak isterim şimdi size. Bilmeyenler için Metrobüs istanbul büyükşehir belediyesinin en yeni hizmeti halkımıza. Önceki hayatınızda sardalya olsaydınız konserveniz nasıl olurdu sorusuna yanıt vermek için özellikle bu şekilde organize edildiğini düşündüğüm bu toplu taşıma aracı, islam dini açısından ah metrobüsten indim çok şükür gibi tuhaf şeylere şükretme alışkanlığını geliştirmek için de düşünülmüş olabilir tabii ki.
Günün şanslısı iseniz, bütün gün bu ışığı içinizde hissettiyseniz bu demek oluyor ki metrobüste oturarak evinize gideceğiniz yere varacaksınız. Yok hayır. bende ne gezer şans talih diyenlerdenseniz bir metrobüs macerasına gerçekçi bir şekilde atılmaya hazırsınız demektir.

Çocukken köşe kapmaca diye bir oyun vardı bilmem bilir ya da hatırlar mısınız? Metrobüs bu oyunun en çok kişi tarafından oynanmasını sağlıyor. Bir nevi terapi yani. Çocukluğunza geri dönmek mi istiyorsunuz psikanalize 100 lira vermeyin, gelin abi metrobüse verin 1.5 TL bakın nasıl terapi. Efendim köşe kapmacada hep ayakta kalan çocukcağızsanız siz en zayıf halka seçilmeniz oldukça yüksek ihtimal metrobüs oyununda. Genel olarak yan tarafınızda oturan insanın kolçağına sıkı sıkı sarılmış, saatte bilmem kaç km hızla giderken hemen 1 dakika sonra durması gerektiği için aniden yavaşlayan güzide metrobüs şoförlerine gerek içinizden gerek yüksek sesle küfür ederken sevgili koltuk kolçağı arkadaşınıza sempatik görünseniz iyi edersiniz. Zira size değil kolçağı dünyayı bile dar edebilir bunlar. Ters bakışlar olsun, koltuk kolçağını paylaşmamak olsun pek çok yolu var bunun metrobüste.

Ben şahsen metrobüste giderken koltuk kolçağı arkadaşlarıma ya azıcık kalk da ben oturayım nasıl fikir ama? diyesim geliyor. Sanki o da aa aşkolsun tabii canım deyip kalkacakmış da ben de sivri topuklu ayakkabılarımın üzerinde ne kadar sağlıklı bir şekilde üstelik ani frenlere rağmen durabilirim ölçmekten kurtulurum gibi geliyor. Ama nerdeee?? Yok en sevdiğiniz metrobüs kankanız değil size yer vermek, kötü kötü bakışlarıyla ha ha ben oturdum sen ise ayaktasın seni zavallı, gibi amerikan filmlerinden fırlamış kötü adam bakışlarıyla sizi kendinize bir böcek gibi hissettrmektedir bu esnada.

Tamam tamam o kadar da kötü bir şey olmadığına geldi sıra merak etmeyin. Bu metrobüs denen canım aracın bir özelliği var ki tüm bu çileye rağmen binebilirsiniz. Nanik yapmak, nanik yapma isteği. Yahu dümdüz yolda şakır şakır güzide şoförümüzün hızını tekrar anımsatmak isterim tam bu esnada. Siz vızır vızır geçerken, yanınızda oflayıp poflayan arabalardaki insanlara ha ha bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç kadın vardı. Sen onu arabası olmadığı için küçük gördün ama o evine senden once gidecek nidaları içinde o türkan şorayın oturduğu dönen koltukta gibi hissedebilrisiniz kendinizi. Şöyle kocaman tüylü tüllü şapkalı falan. Nanik nanik ben gidiyorum sen duruyorsun naanik nanik gibi sevinç dolu nidalar da ekleniyor simülasyonunuza. İşte metrobüs böyle bir araç. Denemesi 1.5 TL.

Metrobüsün samimi ortamından bahsetmeden bitiremeyeceğim. Sosyalleşmeye çok çok çok açık bir ortam metrobüs. Hayatınızın aşkıyla kucağına oturarak yani düşerek tanışabilirsiniz mesela. Bekarlara duyurulur. Esra Eron’un evlilik programında bu yolu da tavsiye etmesi lazım bence. Dünyada evlenmeyen kalmasın yazmış kadın programda arkasına. Yazsa 'Metrobüse binmeyen kalmasın', bak nasıl evlenir millet. Bedavadan çöpçatanlık yapıyor belediyemiz sağolsun

6 Mart 2009 Cuma

Vuslatın ihtişamı hayallerinde kaldı

Büyük aşkı Adnan Menderes’e yazdığı mektupta hem özlem hem sitem vardı ama en çok da aşk... “Sizinle öyle bölünüyorum ki, bir bedenden bir bedene göç eden sevgililer gibiyim. Yüreğimin her hücresinde ilhamını sizden almış heyecan ve teselliler var. Her biri talihli bir cenin gibi büyüyor içimde.”


1948 yılında kapılarını açan Ankara Opera ve Tiyatro Binası’nın ilk solistiydi Ayhan Aydan. Adnan Menderes’in büyük aşkı. Cesur, yetenekli, güzel kadın. Geçen hafta hayata gözlerini kapayan Aydan, kimseyle paylaşmadığı anıları, yozlaştırmayıp kendine sakladığı duygularıyla yüceldi pek çok insanın gözünde. Ve de herkesin Menderes’i ‘sabık başvekil’ diyerek aşağıladığı dönemde tanık olarak çağrıldığı duruşmada ‘Ben onu çok sevdim, ondan çocuk sahibi olmak istiyordum’ deme yürekliliğini gösterebilmişti. 2 yıl önce Can Dündar’a verdiği demeçlerden belli olduğu üzere mağrur bir kadınmış Ayhan Aydan. Aşkının arkasında durmuş sonuna dek. Boynunu bükmemiş, sabık bir başbakanı, güçlü bir devlet adamını değil, mektubunda hitap ettiği gibi ‘Adnan’ı sevmiş besbelli. Ki bir yandan, normal şartlarda bu tip ilişkileri pek de hoş karşılamayacak olan Türk halkı Ayhan Aydan’ı aşkına sahip çıkan kadın olarak hatırlamış her zaman. Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes bir röportajda “Ayhan Aydan Hanım’ın mahkemede verdiği dürüst ifade ve Menderes’e olan sevgisine sahip çıkması son derece ibret oldu. Kendisini yücelten bir olaydır. Bütün Türk milleti takdir etmiştir. Ben de takdir ettim. Ailem de takdir etmiştir. Başka türlü düşünmek ve hissetmek bana göre mümkün de değildir” demiş. Bunu söylemek kolay değil. Hele hele babasının sevgilisi hakkında bir insanın kolay kolay söyleyebileceği bir şey değil.

Türkiye’nin ilk operasının solisti

Ayhan Aydan, Ankara Opera Binası’nın açılışında sahneye konan Ahmet Aydan Saygun’un Kerem operasında 1. sahnede solist olarak sahneye çıkmıştı 2 Nisan 1948’de. 3 Mart 1949 tarihi ise Atina'da sahnelenen Madame Butterfly temsilinde başrolü oynayan soprano Ayhan Aydan’ın kazandığı büyük başarıyla hatırlanıyor. Ayhan Aydan, 1944’te Ankara Devlet Konservatuarı Yüksek Opera Bölümü'nden mezun olmuş. Hocası Carl Ebert, Aydan'ın Mozart'ın ‘Figaro'nun Düğünü’ operasındaki Susanna rolü ile gerçek opera sanatçılığı dünyasına attığı ilk adımdaki başarılarını, Smetana'nın ‘Satılmış Nişanlı’ operasındaki Marjenka ve Puccini'nin ‘La Boheme’ operasındaki Mimi rolleri izlemişti. Ebert, festivalin savaştan sonraki ilk sezonunda Ayhan Aydan'ı Mozart'ın ‘Figaro'nun Düğünü’ operasındaki Susanna rolü için Glyndeboune'a götürüp genç Türk sopranosunun eline dünyaya açılması için gerekli anahtarı vermiş ancak Aydan gitmemiş ya da gidememiş.

BENDE BIRAKTIĞINIZ TESİR...

Yılmaz Karakoyunlu ‘Yorgun Mayıs Kısrakları’ romanında Adnan Menderes ile o zamanki soyadıyla Ayhan Alnar’ın 1951 yılındaki tanışmalarını şöyle anlatıyor: “Adnan Bey 14 Mayıs 1950’de iktidara gelip başbakan olduktan 7 ay sonra Ayhan Hanım’ı dönemin Ziraat Bankası Genel Müdürü Mithat Dülge’nin evindeki bir davette ilk kez gördü. Görür görmez de bu güzel, çekici sopranoya çarpıldı.
Yanındaki Rıfat Kadızade’ye ‘Kim bu genç kadın’ diye sordu. 25 yaşındaki bu güzel kadının Mithat Bey’in yeğeni olduğunu öğrendi ve hiç beklemeden Ayhan Hanım’ın yanına gitti.
- Demek Mithat Bey’in yeğenisiniz?
- Ben Ayhan Alnar’ım efendim! Hasan Ferit Bey’in (Alnar) eşiyim. Müsaade ederseniz eşimi takdim etmek isterim.
- Daha sonra bir gün kendisiyle mutlaka ve etraflı bir görüşme yapacağım. Benim için önemli olan sizsiniz.
Sonra genç kadının koluna girerek soğuğa aldırmadan onu bahçeye çıkardı.
- Bende bıraktığınız tesirin değerini anlatmak isterim. Zannederim heyecanınız biraz sizi yoruyor.
- Sanırım asıl heyecan sizde efendim... Üzüldüm! Ben de sizin bıraktığınız tesiri fark etmenizi çok isterdim. Lütfen ilk günden beni yanıltmayınız.”
Adnan Bey’le Ayhan Hanım’ın aşkı kısa bir süre sonra başlamıştı bile, çiçekler gönderiliyor, Ankara sokaklarında uzun yürüyüşler yapılıyordu.

BEBEK DAVASI

İlişkileri boyunca üç kez hamile kalmış Ayhan Aydan. Çok istemiş bir çocuk doğurmayı Adnan Menderes’ten. Duruşmada da dile getirmiş bunu: “Menderes’i 1951’de tanıdım ve kendisini çok sevdim. Bütün emelim ondan bir çocuk yapmaktı. Maalesef muvaffak olamadım.” İlk iki hamileliğinde bebeğini düşürmüş Aydan. Üçüncüsünde ise erken gelmiş dünyaya bebek. Ve sadece 8 saat yaşayabilmiş. Bu durum kamuoyuna ‘Adnan Menderes, Ayhan Aydan’dan doğan çocuğunu öldürdü’ olarak yansımış. Daha sonra Yassıada Davası’nda ele alınmış bu olay. Bebek Davası olarak günlerce yazılmış, çizilmiş. Duruşmaya tanık olarak çağrıldığında Aydan mahkeme başkanı tarafından oldukça rencide edilmiş. Hem imalar, hem de direkt olarak. Kadın hastalıklarından tutun da, özel mektuplarına kadar her şey ortaya dökülüp saçılmış. Bunlara rağmen duruşunu bozmamış Aydan. Sakin sakin yanıtlamış kendisine sorulan soruları.

NE ÇARE Kİ YOKSUNUZ!

Yılmaz Karakoyunlu’nun romanında Ayhan Aydan’la Adnan Menderes arasındaki mektuplaşma gerçekten de aşklarının hiç de hafife alınmayacak gibi olduğunun bir kanıtı. Belki de kavuşmuşlardır artık...

“Efendim!
Sizinle öyle bölünüyorum ki, bir bedenden bir bedene göç eden sevgililer gibiyim. Yüreğimin her hücresinde ilhamını sizden almış heyecan ve teselliler var. Her biri talihli bir cenin gibi büyüyor içimde. Sizden binlerce sevgili yarattığım bir cennetteyim. Endişeler cehennem gibi bedenimi sarıyor. Buz taşlarından yapılmış madalyon gibi eriyorum. Birden hayaliniz geliyor gözlerimin önüne... Vaat ettiğiniz vuslatın ihtişamıyla dolduruyorum boşlukları. Ne çare ki yoksunuz...
Sevgiyle..
Efendim...
Sizin için Ayhan”

Menderes’in cevabı
“Ayhan,
Mektubunda küçük fakat derinlikli bir sitem oku var... Bu sitem, öyle kaşlardaki gergin bakışın mızraklarını değil, dudaklardaki tebessümün çizgilerini germiş. Gözlerim hâlâ açık, uyumam imkansız; çünkü seni özlemek gözlerimle başlıyor. Offf! Çarşambayı beklemek ne kadar zor...”