6 Mayıs 2012 Pazar

dükkanı kapadık.

merhaba. bu bloga hala birileri bakıyor mu emin olamadım ancak, yazmak istedim. buradaki yazılarla beraber, artık http://sinemdonmez.wordpress.com/ adresinde yazıyorum daha çok. herkese sevgiler.

27 Ocak 2011 Perşembe

domates

Hepiniz, ama hepiniz, durmadan, hiç susmadan sürekli birilerinden yani aslında kendinizden bahsediyorsunuz.
Ben sizi ne hikmetse sürekli, durmadan, hiç yorulmadan dinliyorum.
Aslında farkındayım aslında kimi konuştuğunuzu, birine olan hislerinizden söz ederken aslında nasıl da kendinizden söz etmeye hasret olduğunuzu.
Anlıyorum.
Anlamam demek kınamam demek değil.
Sadece, ben de öyleyim.
Her lafımın ardında başka bir tanesi var. Aslında her biri bambaşka bir şey demek istiyor.
Anlayan anlıyor, kalan sağ falan olmadığından bön bön bakıyoruz birbirimize.
Dinliyoruz yani hesapta, anladınız.
Üstü kapalı cümlelerin altında yatan küçük hesapları görüp görüp görmezden geliyoruz hep beraber. Böylesi kolay çünkü. Bilmezden gelmek çok kolay. Daha yüzeyde yaşayabiliyorsun çünkü bu şekilde.
Hem ben üstü kapalı konuşunca “salçayı çok severim” dediğimde sen seni sevdiğimi sanabiliyorsun. Tam tersi de geçerli. Bir önceki gün bana cin toniğe bayıldığını söylemiş olablirsin. Ertesi gün ben, “cin toniği de ağzıma sürmem en son kusmuştum” dediğimde aslında sana bir şey demiyorum. Ama belki de diyorum.
Işte tam da bu yüzden, ihtimalleri, hesapları çok seven insanoğlu asla domates derken domatesi kast etmiyor.
Halbuki domatesi ne çok severim, menemensiz kahvaltı edemem, bütün kış yazın suyuna ekmek bandığım domatesleri düşünürüm, özlerim; kokusunu, çekirdeklerini bile özlerim.
Her neyse.

17 Kasım 2010 Çarşamba

beklemek

beklerken sigara içerim. kitap okurum, bazen çay, bazen kahve, varsa viski, daha da varsa şarap içerim. beklediğimi unuturum. beklediğimi bilmezden gelirim.

hayat da aslında ölümü beklemek galiba. bir şeyler içip bir yerleri seyrediyorsun, yanına biri gelirse konuşuyorsun. beklediğimizi anlamadan bir sürü sigara içiyoruz, zaman geçiyor. zamanı unutuyoruz, beklemeyi unutuyoruz. beklediğimizi unutuyoruz, neyi ya da kimi beklediğimizi unutuyoruz, aslında unutuyoruz, bekliyoruz, bir daha unutuyoruz, yaşıyoruz, unutuyoruz. ve buna hayat diyoruz.

10 Kasım 2010 Çarşamba

sus

yıllar önce kumral bir kadın vardı. bir de arkadaşı. arkadaşı esmer kadındı. kendini türkan şoray'a benzetirdi. esmerdi diye galiba, saçları uzun diye. komik gelmezdi o zamanlar. esmer kadın ciddiydi bir de, mantıklıydı. kumral kadınla esmer kadın birbirlerine benzemezlerdi. hem de hiç.

aynı okuldaydılar, aynı sırada oturdular. çok şey paylaştılar.

aynı şarkılarda ağladılar, aynı hayata güldüler, çok uzun vakitler sustular karşılıklı, koyu kahvelerle ısındılar, çok şaraplarla konuştular.

sonra kumral kadın aşık oldu, gitti esmer kadına anlattı, çok aşığım dedi, "bana kimse böyle bakmamıştı." esmer kadın o dudağını kıvıra kıvıra güldü, ama "çok sevindim" dedi, "umarım bu sefer her şey güzel olur"

olmadı.

sonra esmer kadın da o adama aşık oldu. ama söylemedi kadına. sonra esmer kadın adamla el ele kumral kadının yanına gitti. "ben" dedi, "seviyorum bu adamı."

kumral kadın "anladım" dedi, "anladım."

kumral kadın gitti.

kumral kadınla esmer kadın bir daha hiç konuşmadı. aradan yıllar geçti.

bir gece kumral kadın, ilk defa özledi esmer kadını. susası vardı. çok koyu kahve içip çok susası.

onca kötülüğe rağmen özlemesine mi şaşırdı, içinde hiç nefret kalmamasına mı bilemedi. karşılaşsalar konuşmazlardı biliyordu kumral kadın. çok uzun yıllar geçmişti, çok kötü söz söylenmişti arkasından. niye özlediğini de anlamadı. sustu.

9 Kasım 2010 Salı

çocukla kadın

Sonra yanlış gördüğünü fark etmiş kadın. Çocuk gözlü adam değilmiş o, adam gözlü çocukmuş.

Çocukmuş, öyle çocukmuş ki, kadın ona al bu ipleri dediğinde, tutamam ben bunları demiş, kaçmış oradan. ben seni değil başkasını istiyorum diyememiş, kadını elinde aynı iplerle bırakıp başka bir kıza koşmuş.

E zaten kadın kadınmış, çocuk da çocuk. Bin savaşta bin yara almış, bin kere ölmüş bin kere dirilmiş kadın. Deliklerden ibaretmiş vücudu. Hep farklı yerlerden delindiği için bir türlü ölemezmiş. İşte bu kadın, bu çocuk yüzünden bir daha delinmiş. Kalkmış, bir deliğe bakmış, bir çocuğa, gözlerine inanamamış. Nasıl olur demiş, bu çocuk bunu yapamaz ki! Çocuk o daha! Meğer ummadık taş baş yararmış. Kadın kalkmış yerinden, omzundaki tozları silkmiş. Aslında toz yokmuş da, kadın kendini çok tozlu hissetmiş.

27 Eylül 2010 Pazartesi

öldük

Hepimiz artık öyle sahteyiz ki, hepimiz öyle iyi rol kesiyoruz ki, değme oyuncuya taş çıkarırız. Hem de adamına göre rol kesiyoruz, patrona ayrı, sevgiliye ayrı, anneye ayrı, babaya ayrı, her arkadaşa ayrı...

Öyle ümitsiziz ki, öyle kıyılmış ki içimiz, durmadan rol kesiyoruz, öyle ki, artık hiçbirimiz gerçekte kimiz, kimin yanında gerçeğiz bilmiyoruz. Kendimize bile rol kesiyoruz.

Yalnızım ve çok mutluyum derken yan masadaki adamdan çocuklarıma baba olur mu diye düşünüyoruz. Öyle hastalıklıyız ki artık, her tanıştığımız insanda önce kusuru arıyoruz. Gözümüze 7 yanlışı bulma objektifimizi takıyoruz, çıkıyoruz sokağa, 14 yanlışı birden buluyoruz, “Gazete de yanlış yapmış bak” deyip seviniyoruz iyice, çıldırıyoruz sevinçten.

“Ben çok acılar çektim, mükemmeli hak ediyorum, ondan” kılıfımız hazır. Ondan değil anacım, delirdik, öyle ukalayız ki, kibirimizden delirdik. Kendimize duyduğumuz aşkımızdan kafayı yedik. Şirazemiz kaydı. Kafayı kendimize taktığımız günden beri şirazemiz kaydı. Tüm o giysiler, kozmetik, estetik, son model cep telefonları, kariyer, poponun daha da rahat edebileceği tasarım koltuk, daha iyi manzara, daha lüks jakuzi. İnsanlara da ceket muamelesi yapmaya başladık işte.

“Şekerim sanki bunun ipliği biraz kalitesiz”
“Kesimi yamuk gibi geldi bana, ihraç fazlası mı acaba?”
“Kumaşı İtalyan değil mi bunun?”
“Düğmeleri de biraz pazar malı kılıklı”
“Bana biraz pot yapar bu popodan, beden yapıma uymuyor”
“A sana yakışır, senin popon küçük”
“Hem bak tek kalmış, başkası alacağına sen al”

Sonra peşkeş çekmeye başladık aşkları. Basit bir ayakkabı gibi değiştirmeye başladık.

“Benim ayağımı vurdu biraz Fatma, senin olsun bu”
“Aa bak resmen tam oldu bana, sağol Ayşe”

Adamlara indirimde son kalan çanta muamelesi yaptık. Üzerine atladık, yanımızdaki kadının aylardır sezonda çok pahalı indirime girer mi acaba diye kaç kere bu mağazaya gelip gittiğini ruhumuz bile duymadı. Açtık, tüketmeye açtık.

Sonra altın kaşık, ipek fular, elmaslı su boğdu bizi. Öldük.

24 Ağustos 2010 Salı

arabesk

Son günlerde düşünüp duruyorum nereden çıktı bu arabesk sevdası diye.

Yüzümüzü batıya popomuzu doğuya döndümenin üzerine kurduğumuz kremalı hayatlarımıza nasıl oldu da girdi o içli köfte acısı? Küçülttüğümüz, tiksindiğimiz doğulu içimizde hep bu günü mü bekliyordu? Özümüz bu mu gerçekten? Plazalarda yarı İngilizce yarı Türkçe konuşan kravatlılar eve gidip yeni arabesk mi dinliyor? Acı mı çekiyor? Anlar mı acıdan? Pastırmadan? Sucuktan?

Basbaya 2010 yılındayız ve 21. yüzyıl arabeskimiz var. Orhan Gencebay rock barların repertuarlarının coşturucu unsuru, Müslüm Gürses entellerin sevgilisi, bin yıllık popçu Işın Karaca, aktivist Şevval Sam annesini bıraktı Ferdi Tayfur söylüyor. Sahi Ferdi Tayfur nerede? Yararlansa bari bu arabesk akımından. Neyse...

Diyorum ki arabesk acaba olduğumuz şey mi?

En yakın arkadaşının sevgilisinden içten içe hoşlanıp, onlar ayrılınca üzerine atlamaya da şiddetli elektriklenme süsü vermek gibi.